İnsanlığın en eski yolculuğu, aslında kendi içindeki yolculuktur. İnsan; önce karnını doyurmak için yiyecek aradı, sonra bedenini korumak için barınak inşa etti. Ama asıl ihtiyacı; karnını doyuran ekmekten, bedenini koruyan taşlardan daha derindi: Ruhunu ayakta tutan bir ilkeye, kalbini yönlendiren bir pusulaya muhtaçtı. İşte bu pusulanın adı ahlaktı.
Ahlak, insanlığın görünmez anayasasıdır. Yazılı kanunlardan daha eskidir; taşlara kazınan yasaların bile öncesinde vardır. Ne bir kralın buyruğuna, ne bir devletin zorunlu kuralına bağlıdır. O, insanın var oluşuyla beraber doğmuştur. Çünkü insan, özgürlüğün ve ihtirasın çocuğudur; ama aynı zamanda sorumluluğun da taşıyıcısıdır.
Bir toplumun gücü, ordusunun silahlarıyla değil; ahlakının sağlamlığıyla ölçülür. Bir medeniyetin ömrü, gökdelenlerinin yüksekliğiyle değil; adaletinin ve merhametinin kökleriyle belirlenir. Ahlak; bireyin vicdanı, toplumun ise kalbidir.
Ahlak, sınırları olmayan bir haritadır. Bir çocuğun annesine uzanan minnet dolu bakışında da vardır, uzak bir kıtada aç olanı doyuran bir yabancının cömert elinde de. Kültürler farklı olabilir, diller ayrışabilir, gelenekler çeşitlenebilir. Ama her insanda ortak bir yankı vardır: İyilik.
Doğu’da bir bilge “komşuna zarar verme” derken, Batı’da bir filozof “başkasına yapılmasını istemediğini sen de yapma” der. Afrika’da bir kabilenin yasası “toprağa ihanet etme” derken, Kuzey’in soğuk topraklarında bir anne çocuğuna “yalan söyleme” öğütler. Hepsinin özünde tek bir kanun vardır: İnsan olmanın şerefi, başkasına zarar vermemekle başlar, fayda sunmakla olgunlaşır.
İşte bu yüzden ahlak, insanlığın anayasasıdır. O, hiçbir parlamentoda yazılmamıştır; ama tüm vicdanlarda mühürlüdür. Hiçbir mahkeme tarafından ilan edilmemiştir; ama tüm yürekler onun hakemliğini tanır.
İnsanlığın ilk yasası, mağara duvarına çizilmiş bir hayvan resmi değildi; ilk yasa, avı paylaşırken kardeşine öncelik tanımaktı.
İlk mahkeme, saraylarda değil; bir kabilenin ateş başında, ihtiyarların sözüyle kuruldu.
İlk yemin, yazılı kâğıtlarla değil; kalplerin sessiz onayıyla yapıldı.
Ahlak, köklerini insanın içgüdüleriyle aklı arasında kurduğu dengeden alır.
Açgözlülük, öfke, hırs ve korku insanı hayvana yaklaştırır; ama merhamet, adalet, doğruluk ve fedakârlık insana insanlığını hatırlatır. İşte ahlak tam da bu sınır çizgisinde doğar.
Bir çocuğun elinde iki parça ekmek vardır. İkisini de yiyebilir; ama birini aç bir arkadaşa uzattığında, orada ahlak doğar. Bir savaşçının elinde kılıç vardır; düşmanını öldürebilir, ama ona merhamet gösterdiğinde, işte o anda ahlak tarih sahnesine çıkar.
İnsanı insan yapan, yalnızca aklı değil; aklını dengeleyen vicdanıdır. Vicdansız akıl, soğuk bir bıçak gibidir; keser, parçalar ama iyileştirmez. Ahlak ise aklın eline iyileştiren bir merhem koyar.
Tarih bize şunu gösterir: Güçsüz bir ahlak, işe yaramaz; ama ahlaksız bir güç, felaket getirir.
İmparatorluklar kılıçlarıyla yükseldi, ama kılıçlarıyla yıkıldılar.
Halkına zulmeden her iktidar, bir gün kendi çöküşünü hazırladı.
Çünkü zulüm, toprağa düşen zehir gibidir; önce kökleri çürütür, sonra ağacı devrir.
Gerçek güç, yalnızca tanklarla, ordularla, parayla ölçülmez. Gerçek güç, insanı insana bağlayan güvenle ölçülür. Güvenin olmadığı yerde yasa kağıttan ibarettir. Ama güvenin olduğu yerde bir söz, bin mühürden daha sağlamdır.
Ahlak, gücün yönünü belirleyen pusuladır. Güç, ahlaksız bir elde yıkanabilir; ama ahlakla birleştiğinde, tarihe adaletin en parlak sayfalarını yazdırır.
Unutulmamalıdır ki; tarihte adı kalanlar sadece fetih yapanlar değil, adalet dağıtanlardır.
İnsanlık, kılıçları değil; kalpleriyle hükmedenleri hatırlamıştır.
Ahlakın en büyük çocuğu adalettir.
Adalet, toplumun ruhunu ayakta tutan sütundur. Bir şehirde yollar düzgün olabilir, binalar görkemli olabilir, ama eğer adalet yoksa, o şehir çökmeye mahkûmdur. Çünkü adalet, yalnızca mahkemelerde aranmaz; her evde, her pazarda, her dostlukta kendini gösterir.
Bir anne, çocukları arasında ayrım yapmazsa, orada adalet vardır.
Bir tüccar, terazisine hile koymazsa, orada adalet vardır.
Bir yönetici, halkına ayrıcalıksız hizmet ederse, orada adalet vardır.
Ahlakın anayasasında adalet, evrensel bir kanundur. Çünkü herkesin payına düşen eşitlik, insan olmanın ortak hakkıdır. Adalet, göğe atılan bir ok gibidir: Er ya da geç, kendi hedefine ulaşır. Zulümle yükselen her düzen, gün gelir adaletin okuna yenilir.
Adaletin kardeşi ise merhamettir.
Adalet, hak edene hakkını verir; merhamet, hak etmeyene bile şefkat gösterir. Bu yüzden ahlak, yalnızca keskin bir teraziden ibaret değildir; aynı zamanda kalbi yumuşatan bir su gibidir.
Bir hasta kapıda beklerken, ona sıranı vermek merhamettir.
Bir yaşlıya kol uzatmak, bir çocuğun başını okşamak, bir yetimin gözyaşını silmek merhamettir.
Merhamet, yalnızca zayıfa değil, güçlüye de lazımdır. Çünkü güçlü, merhametsiz olduğunda zalime dönüşür.
İnsanlığın anayasası, merhameti yok sayan bir yasayla asla yaşayamaz. Bir millet, fabrikalarla zenginleşebilir, teknolojilerle büyüyebilir, ama merhametini kaybettiğinde insanlığını da kaybeder.
Merhamet, insanı tanrılaştırmaz; tam aksine, insana insan olduğunu hatırlatır.
Özgürlük, insanın doğuştan hakkıdır. Ama özgürlüğün sınırını çizen şey, yalnızca yasalar değil, ahlaktır.
Bir insan, istediğini söyleyebilir; ama sözü bir başkasının onurunu kırıyorsa, işte orada ahlak devreye girer.
Bir insan, istediğini yapabilir; ama yaptığı, başkasının yaşamını zehirliyorsa, işte orada ahlak sınır çizer.
Gerçek özgürlük, başkasının özgürlüğünü yok ederek var olamaz. Çünkü özgürlük, bireyin hakkı olduğu kadar toplumun da ortak mülküdür. Ahlak, bu dengeyi kurar: Ne bireyin özgürlüğünü boğar, ne de toplumun güvenliğini feda eder.
Ahlaksız bir özgürlük, kaosa dönüşür; kuralsız bir özgürlük, güçlülerin zayıfı ezdiği bir vahşet halini alır.
Ama ahlakla birleşmiş bir özgürlük, insanı onurlandırır; ona yalnızca istediğini yapma hakkı değil, doğru olanı seçme gücü verir.
Özgürlüğün gölgesinde yürüyen en büyük erdem sorumluluktur.
Çünkü özgürlük, tek başına bir hediye değil, aynı zamanda bir imtihandır. İnsan, dilediğini yapma hakkına sahiptir, ama yaptıklarının hesabını da taşır. İşte bu hesabın adı sorumluluktur.
Bir öğrenci, yalnızca kendi geleceğinden değil, ailesinin umudundan da sorumludur.
Bir işçi, yalnızca kendi ekmeğinden değil, emeğinin değeriyle topluma kattığından da sorumludur.
Bir devlet adamı, yalnızca kendi iktidarından değil, halkının onurundan da sorumludur.
Ahlakın anayasasında sorumluluk, özgürlüğün kefaretidir. Özgürlüğünü isteyen, sorumluluğunu da yüklenmelidir. Aksi halde özgürlük, başıboş bir azgınlığa dönüşür.
Sorumluluk, bireyin vicdanında başlar, toplumun düzeninde devam eder. Çünkü insan, sadece kendisine karşı değil, başkasına ve hatta doğaya karşı da sorumludur.